Eğer çizmeyi bilseydi, tavşanı 62'den, kuşu M harfinden, burunları L'lerden, yolları S'lerden, çatıları üçgenlerden, insanları kibrit çöplerinden yapmazdı elbet.
Bir uçan balonun sepetinde geldiği halasının "Magritte'in Pirene Şatosu" ndaki atölyesinde, resmini yapmayı dilediği hiçbir şey, o şeylerin kendisine benzemiyor.
Bir fotoğraf makinesinin vizöründen görebileceği, onunla yakalayıp hapsedebileceği kadar "gerçek" değil hiçbiri.
Gözün gördüğünü aynı onun gibi hapsedip dijital bir bellekten kağıda aktarabilse... Gördüklerine zihnindeki ve kalbindekileri giydirmeye yeltenmese çizmeyi başarabilecek.(!)
Bir fotoğraf makinesini mekanik bir araç olmaktan öteye taşıma gücü sanatçıdadır oysa.
Eğer çıplak bir gözlemle, aynısını yapacaksa, neden fotoğrafını çekmek yerine çizmeye çalışsın ki?
Yelpazeli bir tırtıl olduğunu sandığı halasının kuşu gibi, gözlemlediklerini kendi düşsel evreniyle giydirme gücü var Sera'nın.
O vakit, kim diyebilir ona, çizdiğinin bir kuş olmadığını?
Kim iddia edebilir kuşların hepsinin serçelere benzemesi gerektiğini?
Ya da kim ısrar edebilir tüm evlerin toprağın üzerinde olması gerektiğinde?
İnsanların çöplerden, kuşların M'lerden çizilmesinin imkansızlığında?
"Aa! Ne sevimli bir yelpazeli tırtıl."
"Bu bir kuş aslında, Sera"
"Ama hiç benzemiyor."
"Çünkü o benim kuşum."
"Bence yelpazeli bir tırtıl"
"Evet, çünkü bunlar senin gözlerin."
Sanatın özgün bir ifade dili olmaktan çıkıp dışarıdan biçimsel olarak dayatıldığı mevcut genel manzara, Helen Buckley imzasıyla okuduğumuz "Kırmızı Saplı Yeşil Çiçek" hikayesini hatırlatır bana sık sık...
Aynı öğretmeni gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeyi öğrenirken kendi çiçeğini ve dilini kaybeden çocukları.
İşte o zaman, kendisi de bir mimar olup çocuklara sanat atölyeleri veren yazar, Simla Sunay gibi bir öğretmenleri olabilmesini diliyor insan...
Yazar kitabın hitamında okuruna bıraktığı mektubunda diyor ki:
"...kuşa kuş derken onun bütün özelliklerini bu sözcüğe sığdıramazken, onu çizerken de bunu yapamazdık. Kuşa kuş dediğimizde onu ancak diğer hayvanlardan ayrı çağırmış oluyorduk. Magritte'in resimlerinde bir şeye benzeyen şey, o şeyin kendisi değildi; ressamın gözünden ve elinden yansıyan yeni bir "şey"di, ne kadar çok benzese de."
Çeşme ve Rüzgâr'ını okuyup çok sevdiğimiz, uzun yıllar başucu yaptığımız yazarın ilham verici resimlemesiyle "Çizmeyi Bilseydim"ini de başucumuza astık.
Çizmeyi Bilseydim
Yazan, Simla Sunay
Resimleyen, Zeycan Alkış
4+ ve büyümeye dirençlilere
0 yorum:
Yorum Gönder